YAYED
YAYED
YAYED
YAYED
YAYED

Yerel Seçimler

E-Bülten

YAYED

Migros Neden Satıldı ? Kriz Mi Var?

"Eğer Türkiye‘de yapılmış ama satılamamış

bir sürü boş konut görmeye başlarsanız,

kriz kapıda demektir. "

Dale Anne

Ernst-Young Gayrimenkul Bölümü

Global Direktörü

 

MİGROS NEDEN SATILDI ? KRİZ Mİ VAR?

 

Umut GERÇEK

A. Müfit BAYRAM

 

Krizin kaynağı : ABD‘nin son dönemdeki büyümesi tümüyle tüketim artışına dayanıyordu. Bireysel tasarruf oranının uzun süredir negatif olması nedeniyle tüketim artışı tamamen krediler tarafından, öncelikle de konut kredileri ile yaratılan para bolluğu (likidite) ile finanse ediliyordu. ABD, 2002‘den itibaren para arzında ve kredilerde, özellikle mortgage (borçkonut) kredilerinde gaza basarak ekonomisinde bir sahte cennet yarattı. Bunun sonucunda beş yıl içinde ABD‘deki konut kredilerinin büyüklüğü 2 trilyon dolardan 10 trilyon dolara yükselerek ABD millî gelirinin % 80‘ine ulaştı. Bu süreçte, ABD‘de ortalama konut fiyatları % 30, Florida, Kaliforniya gibi konut spekülasyonunda başı çeken bölgelerde ise % 50 civarında arttı.

Bilindiği üzere mortgage, bankalar ve finans kuruluşları tarafından 20-30 yıl ve daha uzun vadeli kredi temini ile karşılığında alınan konut üzerine "ipotek" tesis edilmesi sistemidir. Konut üzerine ipotek konulduktan sonra ilgili banka tarafından verilen borç miktarı ve borç karşılığı alınan ipotek bedeli tutarında menkul kıymetler (bono, tahvil ve fon) ihraç edilmekte, ihraç edilen bu menkul kıymetler ise ikincil piyasalarda tekrardan satılmaktadır. (Bu durumda, mevcut bir gayrimenkulün 3-5 katı büyüklüğünde menkul değer piyasalarda dolaşmakta, Kredi hacminde reel olmayan şişmeler oluşmaktadır.)

Bu arada Amerikan sanayisi başta Çin olmak üzere, işgücü ve diğer maliyet girdilerinin düşük olduğu başka ülkelerde yatırıma devam ettiği için, ABD‘deki orta sınıfın geliri düşmeye devam etti. Alınan konut kredilerinin taksitlerinin de devreye girmesiyle birlikte Amerikan halkının tüketimini arttıracak, hatta sürdürecek parası kalmadı. Bunun üzerine devreye (aynen Türkiye‘de olduğu gibi) cömertçe dağıtılan tüketici kredileri, taşıt kredileri ve en önemlisi ipotekli konutun, şişmiş konut fiyatları üzerinden yeniden kredilendirilmesi demek olan "mortgage refinancing" kredileri girdi.

Mortgage refinancing, genel olarak tüketimi finanse etmek için ABD‘li banka ve finans çevrelerinin icat ettiği yeni bir kredilendirme yöntemidir. Buna göre; bir önceki yıl krediyle yüz bin dolara ev satın almış olan bir Amerikalı aile, bir sonraki yıl evinin rayiç bedelinin otuz bin dolar arttığını ileri sürerek bu değer artışını teminat gösterip kredi alabiliyordu. Amerikan aileleri bu krediler sayesinde mortgage kredileriyle satın aldıkları milyonlarca evi dayayıp döşeyebildiler. Geçen yılın 13 trilyon dolarlık Amerikan ekonomisinde bu kredilerin boyutu 850 milyar dolara ulaştı. Yani ‘mortgage refinancing‘ olmasaydı son yıllarda Amerikan ekonomisinde tüketim düşecek, ekonomi küçülecekti.

Krizin Başlangıcı : Halka refah ve mutluluk getiren mortgage efsanesinin, serbest piyasa söyleminin ardına saklanmış resmi bir saadet zinciri olduğunun farkına varılması ilk kez 2006 yılında konut satışlarının %5 oranında düşmesi üzerine olmuştur. Zincirin kopmaması tümüyle konut satışlarının ve konut fiyatlarının sürekli artışına bağlı bulunmaktadır. Düşüşün 2007 yılında da aynı şekilde (% 5) devam etmesi üzerine kriz, sadece evlerini kaybeden veya ciddi varlık kayıpları ile karşılaşan aileleri etkileyen bir durum olmaktan çıkmış, Amerikan rüyası yutturmacasıyla sürekli borçlanarak tüketmeye yönlendirilen toplumsal yapıyı sarsan gerçek boyutları ile algılanmaya başlanmıştır.

Bugün, ABD halkı 4 trilyon doları faizlerden oluşan ve toplam büyüklüğü 10 trilyon dolara varan mortgage kredilerini ödeyemiyor. Amerikan orta sınıf ailelerinin neredeyse tamamı bu kredilerden yararlanarak ev sahibi olmuşken şimdi mülklerine el konulmasının ve bugüne kadar ödedikleri kredilerin boşa gitmesinin şaşkınlığını yaşıyor. Halk bulunduğu orta sınıftan mülksüzler sınıfına düşmenin umutsuzluğu ve kızgınlığı içinde.

Sistem dağıttığı kredileri geri toplayamamanın sıkıntısıyla içinden çıkılmaz bir çöküntü yaşıyor. Başta Citibank olmak üzere ABD‘nin en büyük bankaları ciddi varlık kayıpları ile karşı karşıya kalmış durumdalar. Konut fiyatları 40 yıldır ilk kez düşer, işsizlik dört yıldan bu yana ilk kez artarken, büyüme hızı % 4.9‘dan %0,6‘ya düşmüş, perakende satışlar gerilemiş durumda. Konut fiyatlarındaki gerilemenin 2008‘de durması için de bir sebep yok. Fiyatların bu yıl da düşmeye devam edeceği öngörülüyor. Bu taktirde, Citibank gibi gırtlağına kadar mortgage tahviline gömülmüş büyük bankalar ve finans kuruluşları için bir finansal kabus gerçeğe dönüşecek gibi gözüküyor.

Nitekim, ABD‘li yatırım bankası Stearns‘ın borsa değeri Ocak 2007‘de 20 milyar dolar iken, Mart 2008‘de JP Morgan‘a 236 milyon dolara satıldı. Yine bir motgage sağlayıcısı olan Thornburg Mortgage iflas etmemesi için bir milyar dolar bulması gerektiğini açıklayınca hisseleri yüzde 45 değer kaybetti. PMI Mortgage ve FGCI Corp. Tahvil sigorta şirketleri 2008‘in ilk üç ayı için birer milyar dolar zarar açıkladılar.

ABD‘nin 800 milyar dolar civarında olan yıllık cari açığının (milli gelirine oranı % 6‘larda yani dev boyuttadır) çok büyük bölümü, Amerikan tahvili ve hisse senedi satın alan dünya ülkeleri (Türkiye‘de döviz rezervlerini aynı şekilde değerlendiriyor, kendisi yaklaşık % 8-9 reel faizle borçlanırken, kasasındaki dövizleri % 4-5 faizle bu tahvillere yatırıyor. Çok akıllıca bir yöntem değil mi?!!) tarafından finanse edilmektedir. Bugün ABD dışındaki ülkelerde değeri 8 trilyon dolara yaklaşan Amerikan tahvil ve hisse senedi stokunun varlığından söz edilmektedir.

Dünya genelinde ABD ekonomisinin ve şirketlerinin büyüme potansiyeline, ABD maliye ve bankacılık sisteminin sağlamlığına olan inancın yıkılması halinde ABD‘ye yönelik finansal yatırım akışı duracağı gibi, 8 trilyon dolarlık yatırım aracını elinde bulunduranların bunları satmaya başlaması da gündeme gelebilecektir. Bu durumda ABD dolarının değerinin olağanüstü düşmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu durumun gerçekleşmesi yaklaşık 30 yıldır pompalanan neo-liberal rüyanın sonu anlamına gelecektir.

Gerçek Gösterilen midir? : Amerika‘da konut sektörü ve mortgage piyasalarının sarsılmaya başlaması üzerine, küresel balonu ilelebet sürdürmeye çalışan Batı finans sermayesi 2007 boyunca çeşitli kurtuluş teorileri üretti: Amerikan ekonomi medyası 2007‘nin ikinci yarısı boyunca "mortgage krizinin sona ermek üzere olduğu" ve "Amerikan ekonomisinin durgunluğa girmeyeceği" propagandasıyla doların değerini korumaya çalıştı.

Bunlara göre; Amerikan tüketicisi o denli dinamikti ki, FED‘in faizleri biraz gevşetmesi halinde tüketim başka yönlerde artacak, böylece mortgage sektörü yavaşlasa bile Amerikan ekonomisindeki büyüme hız kesmeyecekti. Hele durgunluk, asla söz konusu olamazdı.

Bunun bir hayal olduğu anlaşılınca yeni bir teori patlatıldı: Artık başta Çin olmak üzere gelişen ülkelerin ekonomik kapasitesi o kadar büyümüştü ki, Amerika durgunluğa girse bile dünya ekonomisi Çin, Brezilya, Hindistan gibi ülkelerin önderliğinde eskisi gibi büyümeye devam edecekti. Bu gelişen ekonomilerle kurdukları ekonomik ilişkiler sayesinde, Japonya ve AB bile Amerika‘daki durgunluktan fazla etkilenmeyecekti!

Bu teori de bir yandan Çin‘den ve Japonya‘dan gelen ekonomik yavaşlama haberleriyle, bir yandan da Avrupa bankalarının Amerika‘daki mortgage batağına ne kadar saplanmış olduklarının ortaya çıkmasıyla çöküverdi. Amerika merkezli balon ekonomisinin şişirilmesindeki en büyük sorumlulardan biri olan eski FED Başkanı Greenspan ile bu ekonomik sistemin bizim gibi ülkelerde misyonerliğini yapan IMF bile dünya ekonomisinin doludizgin durgunluğa gittiğini itiraf etmek zorunda kaldı. Halbuki daha bir yıl önce aynı IMF; "Küresel ekonomi 2007 ve 2008‘de de güçlü büyüme eğilimini sürdürecektir. Hatta mevcut koşullardan en son 2006 yılı için yapmış olduğumuz risk uyarılarının artık önemini yitirmekte olduğu söylenebilir" (IMF, 2007 World Economic Outlook) diyerek mevcut sistemin nasıl sağlıklı olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.

Ancak, Amerika‘nın durgunluğa girdiğinin netleşmesi ve FED faizinin % 2,25‘e kadar inmesiyle propaganda savaşı mecburen başka bir eksene kaydı. Amerikan kredi derecelendirme şirketlerinin Japonya‘nın durgunluğa girmek üzere olduğunu ilân etmeleri üzerine Amerikan medyası manşeti patlattı: "Evet, Amerikan ekonomisi iyi durumda değildi ama, diğer rezerv para ülkelerinin de durumu parlak değildi."

Son dönemlerde ise hedef Euro bölgesi. Önce 25 Ocakta Business Week dergisi Avrupa Merkez Bankasını FED‘le beraber faiz düşürmeye çağırdı. Dergiye göre Amerika‘da başlayan ekonomik durgunluk Avrupa‘nın da durgunluğa girmesine yol açacaktı ama, Avrupa Merkez Bankası bunun farkında değildi. Euro bölgesinde 2007‘de perakende satışların % 2 gerilediğinin açıklanmasıyla Amerikan medyasındaki kampanyanın dozu arttı, hem Japonya‘nın, hem de Euro bölgesinin durgunluğa girmeye başladığı ilan edildi. Yapılan yorumlara göre Avrupa Merkez Bankasının üzerinde faiz indirimi için büyük bir baskı oluşmuştu.

Bu şartlar altında dolar yeni bir değerlenme sürecine girecek, 2008 doların yılı olacaktı! Tabii Amerika yalnız propaganda yapmakla kalmadı. Amerikan medyası "Dolar güçlenecek" söylemini bütün dünyaya yayarken Amerikan bankaları da FED öncülüğünde diğer rezerv paralara, özellikle de Euroya karşı dolar satın almaya başladı. Böylece Avrupa Merkez Bankası toplantısından önce dolar-euro paritesi 1.4444‘e kadar düşürüldü. Derken, Avrupa Merkez Bankası Başkanı faizleri indirmeyeceklerini açıkladı. Ayrıca mevcut enflasyona göre reel faize bakılırsa Avrupa Merkez Bankası faizi enflasyonun 1 puan üzerindeyken, FED faizi ise enflasyonun 1 puan altında kalmaktaydı.

Dolar - Euro İlişkisi: ABD‘nin millî gelirin % 6‘sını aşan cari açığına karşılık Euro bölgesinde az da olsa (% 0.3) bir cari fazla var. Krizin etkisi ile Avrupa‘nın büyüme hızı epeyce gerilese bile mevcut cari fazlanın en kötü ihtimalle küçük bir açığa dönüşebileceğini öngörebiliriz.

Öte yandan Euro bölgesinde Amerika ile kıyaslanabilecek bir konut balonu söz konusu değildir. Bunun nedeni, bu ülkelerde, özellikle de Almanya‘da, her türlü tüketici kredisi kullanımının Amerikan ekonomisine göre çok daha sınırlı olmasıdır. Örneğin, Alman yasaları herhangi bir kişinin kredi kartı limitinin ancak yarısını kullanmasına izin veriyor. (Daha fazla harcarsan ödeyemezsin, ona göre!!!).

Bu durum ABD ve Avrupa hane halklarının tüketim alışkanlıkları arasındaki temel bir farkı ortaya koymaktadır. ABD‘de tüketim, ağırlıklı olarak kredilerle yani gelecekte kazanılacağı varsayılan gelirlerle finanse edilirken, Avrupalı hane halklarının tüketimi ağırlıklı olarak mevcut gelirleri (ceplerindeki para) ile finanse edilmekte, bunun sonucu olarak, finans sektöründeki olumsuzlukların hane halklarının tüketimine ve reel ekonomiye etkisi göreli olarak sınırlı kalmaktadır.

Amerikan ekonomisinin yavaşlamasıyla Euro bölgesinin ihracatında ortaya çıkabilecek daralmaya bakacak olursak, orada da şu an için vahim bir tablo görünmüyor. 2006 yılında Japonya‘nın millî gelirinin % 6‘sı, İngiltere‘nin millî gelirinin % 9‘u, Çin‘in millî gelirinin % 12‘si Amerika‘ya yaptıkları ihracattan kaynaklanırken, Avrupa Birliği geneli için bu oran sadece %2 seviyesinde bulunmaktadır.

2007 yılı başında 1.31 olan dolar-euro paritesi, 2007 Kasımında 1.4968‘e ulaşmış, yılı 1.45‘lerde tamamlamıştır. Nisan 2008 itibarı ile, Avrupa Merkez Bankasının halen % 4 olan gösterge faizinde faiz indirimi yapmamış olması sonucunda parite 1.59‘lara doğru tırmanma sürecine girmiştir.

Euro bölgesi enflasyonunun Mart 2008 itibarı ile, tarihinin en yüksek düzeyi olan 3,6‘ya ulaşarak (Enflasyon oranları, geçen yılın aynı döneminde yüzde 1,9 seviyesindeydi.) neredeyse geçen yılın iki katına çıkması, Avrupa Merkez Bankasını faizleri indirme konusunda daha da çekingen kılacaktır. Bu durumda doların euro karşısındaki değer kaybının süreceğini söylemek çok da aykırı olmasa gerekir. Enflasyon verilerinin ABD içinde pek parlak olmadığı bir ortamda ABD‘nin de faiz indirimlerinden vazgeçmesi, en azından ara vermesi hiç kimse için sürpriz olmayacaktır.

Manipülasyon: Demokrasilerde yasama, yürütme ve yargıdan sonraki "dördüncü kuvvet" olduğu söylenen medya Türkiye‘de işgal altındadır. 2000 yılından beri süregelen IMF programları sayesinde Türkiye ekonomisi tarımı ve sanayisi ile yok edilmiş, üretemeyen, borç parayla ithalat yaparak yaşayabilen, dış borç bağımlısı, zavallı bir ülke haline getirilmiştir.

Medyanın son beş yıldır yalnızca ihracat artışlarını haber yapıp, ithalatın ne kadar arttığından hiç söz etmemesi uygulanan karartmanın boyutlarını göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Türkiye son beş yılda, Amerika merkezli parasal genişleme politikalarının yarattığı bolluk ortamında, yabancı paraya dayalı bir ekonomik genişleme (büyüme değil) yaşamıştır. Amerika‘daki balon ekonomisinin çökmesi, sıcak paraya bağımlı hale gelmiş Türkiye ekonomisinin de hızla daralması sonucunu doğuracaktır. Bu nedenle, Amerika‘da patlak veren ekonomik kriz mümkün olduğu kadar kamufle edilmeye çalışılmakta, aksini gösteren çok güçlü verilere rağmen ( bu dönemde borsa ve YTL‘nin değerinde yaşanan düşüş, tüm benzer ülkelerin üzerinde olmuştur) krizin Türk ekonomisini etkilemeyeceği söylemi ısrarla tekrarlanmaya devam edilmektedir.

Bir yandan, ABD ekonomisi hakkındaki kötü haberler mümkün olduğunca yumuşatılmaya, merak etmeyin koskoca ABD ekonomisine bir şey olmaz gibisinden laflarla gerçekler olduğundan daha önemsiz olarak gösterilmeye çalışılırken, iyi haberler abartılıp şişirilmekte, iyi haber yoksa olmayacak cambazlıklarla üretilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada, bir kanalda her hafta program yapan profesör unvanlı televole ekonomistlerinin, 2001 devalüasyonundan bir gece önce program yaptıkları TV kanalında saatlerce Türkiye‘de böyle bir devalüasyon olmayacağını anlattıklarını hatırlamakta yarar bulunmaktadır.

Kriz ve Türkiye: Türkiye‘nin yaşanmakta olan krizden hangi boyutta etkileneceğini yorumlayabilmek için öncelikle bazı rakamları gözden geçirmekte yarar bulunmaktadır.

Türkiye‘nin dış ticaret açığı (İhracatımız 112, ithalatımız 177 milyar dolar 2007 sonunda 65 milyar dolardır.

Tüm döviz girdi ve çıktılarımızı ifade eden cari işlemler açığı ise; 2002 yılında 1,8 milyar dolar iken 2007‘de yirmi kat artarak 36 milyar dolara, başka bir deyişle milli gelirin % 7.4‘üne (ABD‘de bu oranın % 6 olduğunu ve uzmanlarca ‘dev boyutlarda‘ olarak tanımlandığını hatırlayalım) ulaşmıştır.

Gazetecilerin bir sorusu üzerine büyük ekonomi uzmanı, Dışişleri Bakanı Ali Babacan; "Sürdürülebilir olduğu sürece cari açıktan korkmamak lazım" diyerek, televizyonlarda paranın ve ekonominin geleceğine ilişkin neredeyse bütün gün ahkam kesen sözde uzmanlarca da sıkça ifade edilen bu anlamsız söylemi tekrar etmekte, "dış borç"un adını "cari açığın finansmanı" diye değiştirerek topluma yutturmaya çalışmaktadırlar.

Cari açığın ne olduğu bellidir. Bunun sürdürebilir olması demek, borç bulabilme olanağının, yani borçlanmanın "aynı banker olayında olduğu gibi" artarak sürdürülebilmesi demektir. Nitekim, 2002‘den bu yana dünya piyasalarındaki likidite bolluğundan yararlanarak ve yüksek faizler ödenerek bu borç bulunmuş, bu cari açık rakamlarına ulaşılmıştır. ( Bu dönemde kamu ve özel toplam dış borçlar 129,7 milyar dolardan 2007‘de 237,2 milyar dolara çıktı.) Sorun krizin derinleşeceği düşünülen 2008 ve devam edeceği varsayılan 2009 yılında bu paranın bulunup bulunamayacağıdır.

Bir önceki AKP hükümetinde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener Şubat 2008‘de Antalya‘da işadamlarına hitaben yaptığı bir konuşmada bakın neler söylüyor: "Hükümet cari açığı kapatmak için ülkeye geçici olarak giren sağlıksız yabancı yatırımlara ve düşük kura müdahale etmiyor. Eğer kriz yoksa, yabancılaşma hızla devam ediyor demektir. Yani kriz yoksa cari açık sorun demektir...Ancak yabancılaşmanın artıyor olması, sadece temel sektörlerin yabancılaşması anlamına gelmiyor, aynı zamanda ekonomi politikalarının da yabancılaşması anlamına geliyor. Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine gelen cari açık, sürekli borçlanıp birikimleri satarak giderilemez. Sigorta sektörünün yüzde 95‘i yabancılaştı, borsa aracı kurumlarının tamamı yabancılaşma noktasında olup, bankalardaki yabancılaşma oranı yüzde 50‘ye yaklaştı. Türkiye‘deki finans sektörü elimizden çıkmak üzere. Böyle olunca, cari açığı kapatmak için ne olursa olsun bu durumun devam ettirilmesi gerektiğini düşündüğünüzde, para giriyor. Ama nasıl giriyor? Dünyanın en yüksek faizini veriyorsunuz. Bize ait olmayan para, kuru düşürüyor. O zaman ithalat kabiliyeti artıyor, o da cari açığı artırıyor. Yani iş kısır döngüye dönmüş durumda..."

Abdüllatif Şener devam ediyor; "ABD‘deki Mortgage krizi etkilerini 2009‘a kadar sürdürecektir , ABD merkezli finans kuruluşları merkezde yaşadığı sorunu çözmek için, ilk önce Türkiye‘deki parasını çekerek merkezdeki sorunu halletmeye çalışacak, bu durum da Türkiye‘de sorun yaratacaktır."

Türk ekonomisinin nereye gideceğini büyük ölçüde mortgage krizinin seyri belirleyecektir. Durgunluğun Amerika‘dan tüm dünya ekonomisine yayılmakta olduğu, buna bağlı olarak finans piyasalarında büyük zararların ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu görülmektedir. Bunun sonucu, Türkiye gibi ülkelerden sıcak para kaçışıdır. Büyük cari açığı ve dış borcu olan bir ülkeden sıcak para (Türkiye‘de sıcak paranın ulaştığı miktar 2007 sonu itibariyle 90 milyar dolardır) kaçışı başlayınca neler olduğunu 2001‘den biliyoruz.

Bu süreç boyunca dünyanın büyük ekonomileri arasındaki ekonomik ve finansal dengeler sürekli değişecek. Henüz işin başında olmamıza rağmen dünyanın rezerv paraları arasında son dönemde gözlenen büyük parite oynamaları, bundan sonra olacak daha köklü değişimlerin ve daha derin dalgalanmaların habercisi olarak değerlendirilebilir.

Yazımızın başlığındaki "MİGROS Neden Satıldı?" sorusunun yanıtı tam da bu geldiğimiz noktayla, yani önümüzdeki dönemdeki kredi bulma koşulları ile buna bağlı olarak belirlenecek döviz kurları ile ilişkilidir.

MİGROS NEDEN SATILDI?

Koç Holding 1999‘dan bu yana uygulanan IMF politikalarını ve ‘istikrar‘ adına AKP hükümetini desteklemekteydi. Global bir krizin sürmekte olduğu yani borsaların tepetaklak olduğu bir dönemde KOÇ Holding‘in nakit kasası ve çok önemli bir kar kaynağı olan, gözbebeği konumundaki MİGROS‘u satmasının bir anlamı olmalıdır. Üstelik bu satış Koç Holding CEO‘su Bülent Bulgurlu‘nun açıklamalarına göre "planlanandan 4-5 ay önce sonuçlandırılmıştır".

Demek ki KOÇ, ne hükümetin söylediklerine ne de medyanın pembe haberlerine itibar etmiyordu. Bülent Bulgurlu MİGROS operasyonunun KOÇ Holding açısından ne anlam ifade ettiğini açıklarken, aslında kendisi gibi dövizle borçlanan firmalara da yol gösteriyordu:

"Koç Holding MİGROS hisse satışıyla açık pozisyonunu kapatmış, mali yapısını daha da güçlendirmiş olacaktır. "

Bu cümleyi; Kriz geliyor, kurlar yükselecek, bakın biz MİGROS‘u feda ettik. Döviz borçlarınızı kapatın, yapamıyorsanız hesabınızı-kitabınızı yeniden gözden geçirin ve tedbir alın şeklinde değerlendirmek bizce yanlış olmayacaktır.

Şüphesiz ki bu sorunun muhatabı yalnızca reel sektör değildir. Son üç dört yılda yurtdışından aldıkları sendikasyon kredileri ile, düşen hane halkı gelirlerine rağmen, toplam tüketimdeki artışı geçmiş yıllarla kıyaslanamayacak yüksek oranlarda finanse eden bankaların, yeni dönemde bu kredileri aynı koşullarda yenileyemeyecekleri açık bir sonuç olarak karşımızdadır.

Şubat 2008 itibarı ile bankacılık sektörünce doğrudan tüketicilere kullandırılan kredilerin (konut, otomobil, tüketici kredileri ile kredi kartları) hacmi 76.119.961,30 YTL‘ye, tüm krediler içindeki oranı ise % 24.2‘ye ulaşmış durumdadır. Bu rakamlar 2005 yılının Şubat ayında 15.108.211,10 YTL ve % 15,2‘dir. Aynı karşılaştırmayı doğrudan tüketiciye kullandırılan krediler içindeki, tasfiye olunacak krediler için yaptığımızda durumun hassasiyeti daha net ortaya çıkmaktadır. 2005 yılında bu miktar 29.416,70 iken, bu rakam Şubat 2008‘de 2.493.004,65 YTL‘ye ulaşmış durumdadır. Diğer bir değişle son üç yıl içerisinde doğrudan tüketicilere verilen krediler yaklaşık elli kat artarken, tasfiye olunacak kredilerdeki artış yaklaşık 84 kat olmuştur. Kredi hacmindeki artışın en önemli sonucu bireylerin borçluluk oranının artmasıdır. Nitekim, tüketici kredi borçlarının hane halkı toplam varlıklarına oranı yüzde 32‘ye ulaşmıştır (Cumhuriyet, 9.4.2008)

Kelin Merhemi Olsa ya da Kılavuzu Karga Olanın...

Büyüme rakamlarının ve işsizlik verilerinin hızla kötüleştiği bir ortamda, Bu rakamlar ciddiye alınması gereken bir durumu işaret etmektedir. Yapılması gereken "bize bir şey olmaz" şeklinde hamasi nutuklar atmak yerine, sorunu doğru tespit edip gerekli önlemleri almaya çalışmaktır. Ancak şu da bir gerçektir ki, özellikle küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin satılacak bir MİGROS‘ları yoktur. Bu durumda reel sektörde iflaslar, kapanan ve çok ucuza yabancılara satılarak el değiştiren işletmeler önümüzdeki dönemde sıkça görülecektir. İstihdamın yapısında daha büyük bozulmalara neden olabilecek bu durumda devlet, küçük ve orta ölçekli işletmelere destek olacak önlemleri acilen almak durumundadır.

Ancak görülen odur ki Hükümet krizden kurtulmanın yolunu, kendi sanayicisine, üreticisine destek olmakta değil, bu işletmelerin ve yerli üretimin büyük ölçüde tasfiyesine neden olacak, kendi bütçesini yönetemediği için altınlarının bir kısmını satmak, 380 çalışanını işten atmak zorunda kalan IMF‘ce dayatılan politikaların devamında aramaktadır.

İncelemeler kategorisindeki diğer başlıklar
YAYED Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği Ziya Gökalp Caddesi, No.30 Kat.5 D.17 06420 Kızılay / Ankara, (312) 430 35 60, yayedder@gmail.com
İşbu sitenin tüm hakları saklıdır. Web sitesi içerisindeki dökümanlar yazılar ve resimler kaynak gösterilse dahi, izin alınmadan başka web sitelerine, ticari yayınlara aktarılamaz, kopyalanamaz. © 2012
Web Tasarım