“Yenisinde” nasıl olacak, bilmiyorum ama kestirebiliyorum: Türkiye Cumhuriyeti, artık, şimdilerde yürürlükte bulunan Anayasanın, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” 2. maddesinde belirtildiği gibi, “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti” değildir! 2011 yılında çıkarılan 35 kanun hükmünde kararnameyle (KHK) yapılan düzenlemeler, bu gerçeği bir kez daha açıklıkla ortaya koymuştur. Bilindiği gibi, aynı Anayasanın 91. maddesine göre de;
“Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasî haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez.”
Ancak, KHK’larla, başta “Başlangıç” kısmında yer verilen “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” olmak üzere Anayasanın bu kuralına açıkça aykırı çok sayıda düzenleme yapılmıştır. Anayasa Mahkemesi ise Ana Muhalefet Partisi’nin KHK’lara dayanak olan 6223 sayılı yasanın 1 ve 2. maddelerini iptal edilmesi istemini ise reddetmiştir. Böylece Türkiye bir “KHK Cumhuriyetine” dönüştürülmüştür. Böyle iken, bu dönüştürüm ne sendikalar, ne üniversiteler ne de ilgili demokratik kitle örgütleri tarafından gerektiğince tartışılmış, tartışıldığı durumlarda ise çoğunlukla, “tek ağacı görmekten ormanı görememe” tutumu aşılamamıştır. Oysa KHK’larla yapılan düzenlemeler söz konusu dönüştürüm bütünü içinde ele alınmadıklarında hem gerekçelerinin hem de yol açabileceği gelişmelerin tüm boyutlarıyla kavranabilmesi olanaksızdır. Açıktır ki bu, aşılması gereken bir olumsuzluktur. Aşılamaması, “yeni” anayasa yapma hazırlığı içinde olan siyasal iktidarı daha da cesaretlendirebilecektir çünkü.
GİRİŞ
Ressam, yazar, sanat tarihçisi ve gazeteci Gürol SÖZEN, 1990’lı yılarda şöyle demişti (SÖZEN 1996): “Doğayı ben ağaçlar, çiçekler, böcekler olarak görmüyorum. Doğanın yok edilmesi ağacın, suların yok edilmesiyle ilgili değil. Bu insanoğlunun hüznünü ve kısa süreli mutluluklarla beraber ışığın, renklerin, müziğin, şiirin, hatta tragedyanın, bu doğrultuda masalların da yok edilmesi anlamını taşıyor.” Bu yaklaşımı tümüyle benimsiyor ve son yıllarda “çevre korumacı” duyarlılık ve eylemliliklerin hemen hemen yalnızca tekil doğal varlık ve ortamların kimi uygulamalara karşı korunmasına indirgenmesi karşısında hüzünleniyorum. Söz konusu “sakıncalı” uygulamalara yol açan nesnel nedenlerin kavranmasını güçleştirdiğini, dolayısıyla güçlü karşı duruş biçimlerinin geliştirilebilmesini rastlantılara bıraktığını; dolayısıyla da içtenliğinden kuşku duymadığım ve gerekli de gördüğüm bu türden duyarlılık ve eylemliliklerle yetinildiğinde kalıcı ve yaygınlaştırılabilir sonuçlar alınamayacağını düşünüyorum çünkü. Oysa sanatçı duyarlılığıyla söylendiğinde, “doğanın yok edilmesi”, daha genel bir söyleyişle de “çevrenin bozulması” yaşama biçimlerinden ve daha temelde de yaşamı biçimlendiren süreçlerden soyutlanmadığında, giderek, duyarlılık ve eylemliliklerin öncelikleri, daha da önemlisi, niteliği bu bütünsellik içinde oluşturulduğunda çok daha farklı sonuçlar alınabilecektir. Örneğin, KHK’larla yapılan düzenlemelerle ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamın hemen hemen tüm boyutlarıyla dönüştürülmesi de hedefleniyor. Ancak, söz konusu duyarlılık ve eylemlilikler sırasında bu dönüşümler gerektiğince göz önünde bulundurulmuyor; çoğunlukla yalnızca “çevre”, bu kapsamda da doğal varlık ve ortamlarla doğrudan ilgili görülen hukuksal ve kurumsal düzenlemeler üzerinde duruluyor. Devamı için tıklayınız.
http://www.yayed.org/uploads/yuklemeler/inceleme-59_caglar.pdf