Bu metin, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği tarafından ODTÜ Kültür Merkezi’nde 25 Kasım 2004 günü gerçekleştirilen Avrupa Birliği İlerleme Raporu Değerlendirmesi konulu panel konuşması metnidir.
Avrupa Birliği’nin Türk kamu yönetimi yapısı üzerinde doğrudan ve geniş kapsamlı etkisinin, 1998 yılından bu yana ortaya çıktığı ve hızla derinleştiği söylenebilir. 1998, izleyen her yıl bir tane daha hazırlanacak olan İlerleme Raporlarının ilk hazırlık tarihidir.
İlerleme raporları, 2001 yılından itibaren, Türkiye’yi sıkı izleme araçlarına dönüşmüştür. Bu yıldan günümüze hazırlanan yıllık raporlar, katılım ortaklığı emirnamesini uygulama araçları olarak iş görmektedir. Katılım Ortaklığı Belgesi 1999 yılında Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edilmesi üzerine, Mart 2001’de hazırlanmış, iki yıl sonra da Nisan 2003’te gözden geçirilmiştir. AB, katılım ortaklığı belgesiyle, aday ülkenin uygulaması gereken bir dizi politika aracını ve öncelikleri belirlemekte; kısacası kendi koşullarını sıralamaktadır. İlerleme raporları bu politika ve öncelikler dizisini temel alarak, bunları ülkenin aldığı kararlar, kabul ettiği mevzuat, onayladığı uluslararası sözleşmeler ve uygulamada aldığı önlemler üzerinden değerlendirmeye tabi tutmaktadır.
Üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarından kurulu Konsey, 17 Aralık 2004’te Türkiye ile üyelik görüşmelerine başlanıp başlanmayacağına karar verecektir. 6 Ekim 2004 tarihli son İlerleme Raporu, bu karara temel oluşturacağı için önemlidir. Rapor, net bir biçimde “müzakerelere başlanmalıdır” dememesiyle dikkat çekmektedir.
Üyelik kriterleri: Siyasi – İktisadi – İdari Kriter
Öbür raporlar gibi, son İlerleme Raporu’nda da değerlendirmeler, 1993 Kopenhag Zirvesi’nde benimsenen “siyasi kriter”, “iktisadi kriter” ve “idari kriter” olmak üzere üç boyutta yapılmıştır. Bilindiği gibi, Kopenhag kriterleri, sosyalist sistemin kesin olarak yıkıldığı 1992 yılının hemen ardından belirlenmiştir. Bu nedenle de, Avrupa Birliği’nin ilkeleri bir “karşı kamp” sorunu olmadan yeniden ve açıkça ifade edilmiştir.
Siyasi kriter başlığı demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların korunması biçiminde sıralanan dört anahtar kavram üzerine yükseltilmektedir. İktisadi kriter, işleyen piyasa ekonomisi kavramıyla özdeş koşullar bütününden ibarettir.[*] Piyasa sistemi ve bu iktisadi zeminin siyasal örüntüsü demokrasi, AB düzeninin özünü oluşturmaktadır; bu iki boyuttaki amaçlara bağlılık, üyeliğin temel koşulunu oluşturmaktadır.
Bir başka deyişle, bir ülke iktisadi sistem bakımından, rekabet kurallarına bağlanmış piyasa ekonomisine karşı sosyalist ekonomi tercihi yapyorsa yada daha ılımlı olarak devletçilik ilkesine dayalı bir karma ekonomi tercihi yapıyorsa, AB sistemi içinde kendisine yer bulamayacaktır.
Benzer biçimde, demokrasi ve insan hakları da AB tarafından tanımlanmış içerikleriyle kabul edilmelidir. Demokrasi anlayışı liberal-özgürlükçü demokrasi anlayışıdır; sosyal-eşitlikçi demokrasi anlayışından sosyalist demokrasi anlayışına kadar tüm farklı demokrasi tanımlamaları reddedilmiştir. Demokrasi ve insan hakları, gelir dağılımı eşitsizliği ve toplumdaki farklı gelir grupları arasındaki dengesizliklerin ve eşitsizliklerin yok edilmesi gibi hedefler içermez. Bunların yerine, kadın – çocuk – azınlık hakları temel sayılmıştır.
AB’ye üyelik, bu iki kritere sadakatle bağlı olmak koşulunu kabul etmek demektir.
Üçüncü kriter öbeği, raporların resmi dilinde “müktesebata uyum” yada “üyelikten kaynaklanan yükümlülükleri üstlenebilme yeteneği”olarak ifade edilir. İçeriğine bakarak bu öbeği, daha kolay anlaşılmasını da sağlamak üzere, “idari kriter’ diye adlandırmak mümkündür. İdari kriter, AB’nin siyasi-iktisadi özünü, başlıca sektörler bakımından örgütsel ve hukuksal bakımdan kurma amacına dönüktür. AB’nin kamu yönetimi üzerindeki doğrudan etkileri, bu kriter öbeğinden kaynaklanmaktadır.
İdari kriter, Türkiye için 29 ayrı başlıkta sınıflandırılmıştır ve hacim bakımından raporların yarısından fazlasını oluşturmaktadır. Her başlık, ilgili olduğu sektörde uygulanmakta olan mevzuatın yasalardan genelgelere kadar, AB’de benimsenmiş mevzuata dönüştürülmesi hedefine odaklanmıştır.
Bu teknik görünüşlü çalışma, gerçekte, ülkede daha önceden tartışılmış, bürokrasi tarafından hazırlanmış, ülkenin meclisi tarafından kabul edilerek yasa haline getirilmiş tüm kamu politikalarının değiştirilmesi anlamına gelmektedir. Çoğu zaman “mevzuat hazretleri” deyip bıkkınlık hissiyle söz ettiğimiz mevzuat, gerçekte halk iradesinin somut halinden başka birşey değildir. AB’ye üye olmak, bu irade üzerinde tartışma yapmadan, bu iradeyi ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir. Mevcut mevzuat, ardındaki irade tartışılmadan, yeni bir mevzuatla, AB mevzuatıyla, yine bunun ardındaki irade de tartışmaya açılmadan peşinen kabul edilerek, tercüme yoluyla değiştirilmektedir. Böylece yapılan, gerçekte egemenlik hakkının devri olmaktadır.
Operasyon yapılacak alanlar, aday ülkede o güne dek hiçbir mevzuata konu edilmemişse, yapılan iş AB mevzuatının tercüme yoluyla yerli mevzuat haline getirilmesidir. Alanı düzenleyen bir mevzuat varsa, tüm ilgili düzenlemelerle birlikte bunların kaldırılması yada değiştirilmesi ve yerlerine AB kurallarına uygun hukuksal zeminin yerleştirilmesi gerekmektedir.
Mevzuattaki her değişiklik, bunların uygulayacak kurumlarda da değişiklik yapmayı gerektirmektedir. Bu, devlet sisteminde kapsamlı bir idari reforma yol açmaktadır. Ancak “idari kriter” yalnızca personel ve kurum sistemini değil, aynı zamanda yargı sistemini de etkilemektedir. Getirilen yeni kuralların uygulamasını denetleyecek yeni yargı organları ve yeni hukuk kuralları yaratmak gerekir. Böylece, teknik görünüşlü ve tercüme işinden ibaret görünen “müktesebat uyumu”, bir yandan egemen iradenin adresinde değişiklik anlamına gelirken, bir yandan da son derece geniş kapsamlı bir yönetsel ve yargısal reform dalgasına yol açmaktadır.
Reform dalgası, her yeniden yapılanma gibi parasal ve toplumsal maliyetleri olan durumdur. Toplumsal maliyet, kendisini şiddeti giderek artan üyelik tartışmalarında gözler önüne sermektedir. Üyelik sürecindeki halk, gerideki iradeye yabancıdır; ya da değişikliklere karar vermiş aktörlerden biri değildir. Ne olup bittiğini anlama bakımından sorun yaşarken, idari kriter ilerledikçe toplumun bazı kesimleri sahip oldukları hakların ellerinden alındığını görmekte ve toplumsal huzursuzluk giderek büyümektedir. Üyelik sürecinde maliyetin bu türü, doğrudan üye olmak isteyen ülkenin sırtında kalmaktadır. AB, özellikle üye sayısının 12’yi aşmaya başladığı genişleme sürecine girdiğinden beri, bu maliyete ortak olmaya yanaşmamaktadır.
Reformların parasal maliyeti ise, AB’nin Katılım Öncesi Mali Yardım Programı’yla karşılanmaktadır. Türkiye, 1995-2004 yılları arasında, bu kapsamda toplam 1,3 milyar euro AB kaynağı kullanmıştır; bu miktarla asıl olarak danışmanlık, tercümanlık, eğitim, seminer, toplantı gibi işlerin finanse edildiği söylenebilir. Öngörülen uyumun ne kadar masraf gerektirdiği üzerine bir hesap yapılmamıştır. Bu nedenle, bir milyarlık kaynağın, reformların parasal maliyetinin ne kadarını karşıladığını söyleme olanağı yoktur. Gerçekte bu hesabı yapmak, TC’nin işidir; bu görev yerine getirilmemiştir. AB uzmanı yetiştirmek, tüm kamu kurumlarında birer AB dairesi kurmak, bu iş için personel istihdam etmek, binalar, büro malzemeleri sağlamak, faaliyet organizasyonları yapmak gibi en basit harcama kalemleri gözönünde tutulsa, on yılda yapılan ödemenin yalnızca bu tür cari giderlerle sınırlı kaldığı görülebilir. Oysa mali yardımın, yapılan değişiklik nedeniyle ortaya çıkan sektörel yıkımın maliyetini karşılaması beklenir. Bu maliyet, olduğu gibi Türkiye’nin sırtında kalmıştır.
Siyasi Kriter Olarak Kamu Yönetimi Reformu.
2004 İlerleme Raporu’nda, “siyasi kriter” içinde yer alan demokrasi ve hukukun üstünlüğü öbeği, beş başlıkta izlenmektedir.
(1) yasama organı olan TBMM, kriterlere uymayı sağlamak üzere hangi yasaları kabul etmiştir?
(2) yürütme organı olan hükümet, kriterlere uymayı sağlamak üzere hangi yasa hazırlıklarını yapmıştır?
(3) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yetkileri ne ölçüde sınırlanmıştır?
(4) yargı sisteminde istenen değişiklikler yapılmış mıdır?
(5) yolsuzlukla mücadeleyle ilgili olarak kurumlaşma ve kurallar geliştirme işleri ne durumdadır?
İşte bu sorgulamada, ikinci maddede yer alan “yürütme” başlığı altında, AB Komisyonu Türkiye’nin yaklaşık iki yıldır gündeminde bulunan “kamu idaresi reform paketi”ni değerlendirmektedir.
Kamu Yönetimi Temel Kanunu, İl Özel İdaresi Kanunu, Belediyeler Kanunu, Büyükşehir Belediyesi Kanunu’ndan oluşan bu paket, AB tarafından uygun ve gerekli görülmektedir. 2004 İlerleme Raporu bu paketin “başarılı olursa”, “Türkiye’nin idari kültürünün modernizasyonuna katkıda bulunacağı” inancındadır. (sayfa 16)
“Birlikte ele alınırsa bu dört kanunun amacı, yetkilerin ve görevlerin dört idari düzeyde (merkez, taşra, metropol, belediye) bölüşülerek performansın artırılmasıdır. İlke olarak, bu geniş kapsamlı ve güçlü reform, ülkenin merkeziyetçi, hiyerarşik ve ketum idari sistemini ademi merkeziyetçi, katılımcı, şeffaf ve sorumlu bir yapıya dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu reform başarılı olursa, Türkiye’nin idari kültürünün modernizasyonuna katkıda bulunacaktır. Bu geniş kapsamlı reform hareketi, kamu idaresinin modern standart ve uygulamalara uygun hale getirilmesi ihtiyacına uygundur. Başarılı bir reform, Türkiye’nin gelecekte AB’ye katılım çabalarını destekleyecektir. Bununla birlikte, bu tür kapsamlı ve zor reform paketinin uygulanabilirliği ve sürdürüebilirliği önemlidir. Özellikle bir etki analizi, bir uygulama planı ve bir bütçe ile mali çerçeve gereklidir.
Büyükşehir belediyesi kanunu dışındaki kanunlar, çeşitli maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından, ilgili Anayasa maddeleri, özellikle kamu idaresinin üniter yapısı ile ilgili olan hükümleri ihlal ettiği gerekçesiyle veto edildiği için yürürlüğe girememektedir. Sonuç olarak Parlamentonun ilgili kanunları gözden geçirmesi gerekmektedir.”
İlerleme Raporu, Türkiye’de iki yıldır tartışılan ve halk tarafından uygun bulunmayan kamu yönetimi reformu girişimine açık olarak destek vermektedir. Ancak, bunun için gerekli çalışmaların yapılmadığı kanısındadır; böyle bir reformun ne tür sonuçlar doğurabileceğini görme gereği duymaktadır.
Köy hizmetlerinin tasfiye edilmesini, eğitim ve sağlığın il özel idareleri ile belediyelere oradan da özel sektöre devredilmesini, sosyal devletin ortadan kaldırılmasını, üniter yapıyı merkeziyetçiliği ortadan kaldırma gerekçesiyle sona erdirmeyi amaçlayan bu reform, önümüzdeki dönemde, AB’ye göre zamanı gelince, Türkiye’nin karşısına bir üyelik koşulu olarak çıkarılacaktır.
İdari Kriter Olarak Bölgeselleşme Reformu.
AB, istatistik sistemini geliştirmekle başlayarak, bölgesel yönetim kademesi yaratılmasına uzanan bir bölgesel politika uygulaması talep etmektedir. İstatistik toplama temeline dayanan bu çalışma, DPT ve DİE tarafından yapılmış ve geliştirilen sınıflndırma Bakanlar Kurulu kararı olarak bir önceki hükümet zamanında, 22 Eylül 2002’de Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.
“Madde 1- Bölgesel istatistiklerin toplanması, geliştirilmesi, bölgelerin sosyo-ekonomik analizlerinin yapılması, bölgesel politikaların çerçevesinin belirlenmesi ve Avrupa Birliği Bölgesel İstatistik Sistemine uygun karşılaştırılabilir istatistiki veri tabanı oluşturulması amacıyla ülke genelinde İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması tanımlanmıştır.”
Madde 2- İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırmasında iller "Düzey 3" olarak tanımlanmış; ekonomik, sosyal ve coğrafi yönden benzerlik gösteren komşu iller ise bölgesel kalkınma planları ve nüfus büyüklükleri ile dikkate alınarak "Düzey 1" ve "Düzey 2" olarak gruplandırılmak suretiyle hiyerarşik İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması yapılmıştır.
Kararnamedeki bu maddelere göre, ülke hiyerarşik olarak en altta 81 il, bir üstte 26 il grubu, en üstte ise 12 geniş il grubu olmak üzere üç kademeli “istatistiki bölge birimi”ne ayrılmıştır.
2003 yılında kabul edilen Gözden Geçirilmiş Katılım Ortaklığı Belgesi ise, konuyu istatistik değil, bölgesel politika başlığında gerçek içeriği ile ortaya koymuştur:
(1) Ön Ulusal Kalkınma Planı ve NUTS-2 (İBB-2) düzeyinde bölgesel kalkınma planları hazırlanması,
(2) Bölgesel müktesebatın kabul edilmesi,
(3) Bölgesel yatırımlar için çok yıllı bütçeleme usulleri oluşturulması,
(4) Bölgesel kalkınmayı yürütecek idari yapıların güçlendirilmesi.
2004 İlerleme Raporu’nda (sayfa 113), bölgesel örgütlenme alanında hiçbir gelişme olmadığı belirtilmekte, “bütünüyle işlevsel bölgesel kalkınma ajanslarının kurulması beklemedeyken, DPT bazı bölgelerde geçici İBBS-2 birimleri oluşturan iller arası hizmet birlikleri kurmuştur.” Denmektedir. Rapor, öngörülen işin hizmet birlikleri eliyle görülemeyeceğini belirtmektedir. Bunun yerine Bölge Kalkınma İdaresi (Bölge Kalkınma Ajansı) adlı bölgesel yönetim örgütleri kurulması gerektiğini dile getirmektedir.
Bu idareler, Türkiye’nin gündemine ilk olarak Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nda 25. maddede gelmişti. Yarattığı tartışmalar karşısında madde metinden çıkarılmıştı. Halihazırda, Bölgesel Kalkınma Ajansları Kurulması Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı hazırlanmış durumdadır. Yetkililer, bu metnin 2005 yılında yasalaşacağını açıklamaktadırlar.
AB, Bölge Kalkınma İdaresi adıyla ülkeyi 26 bölgeye ayıracak olan bu yeni örgütleri, çevre yönetiminden de sorumlu sayma eğilimindedir. İlerleme Raporu’nda “çevre” başlığı altında bu yaklaşım açıkça dile getirilmiştir. Bilindiği gibi çevre, geçtiğimiz yıllarda orman ile birleştirilmiştir. Bu durumda, Bölge Kalkınma İdarelerinin çevre-orman yönetiminde temel sorumlu birimler haline getirilecekleri açıktır.
Günümüzde, Köy Hizmetleri’nin neden il özel idarelerine devredilmek istendiği, AB’nin bölgeselleşme politikasıyla birlikte aydınlığa kavuşmaktadır. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü toprak kullanımı; su kullanımı; tarımsal iskan; yol ağı planlaması ve yönetiminde sorumlu kurumdur. Bu işler merkezden yönetilen ve havza –bölge bazında yürütülen işlerdir. İl ölçeğinde yürütülemeyeceği, konuyla ilgili herkesçe bilinir. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü işleri, Bölge Kalkınma İdareleri kurulduğunda, “il ölçeği sınırlı geliyor” gerekçesiyle, bölgelere devredilecektir. Böylece ülkenin toprak – su – yol – çevre – orman gibi en temel varlıkları, bir bütün olarak bölgesel düzeye aktarılacaktır.
AB bölgeleri, AB’nin fonlarıyla finanse edilen; fonlar AB’den geldiği için AB tarafından denetlemeye açık; planlaması AB tarafından yönlendirilecek birimlerdir. Böylece ülkenin en temel varlıklarının yönetim yetkisi, Ankara’dan Brüksel’e taşınacaktır. Brüksel, bölge halkının çıkarlarıyla bütnleşerek hareket edecek, ulusal iç pazar kendi içinde parçalanarak AB iç pazarının gereklerine göre şekillendirilebilecektir.
Elbette böyle bir süreç, yalnızca pazarın yapısı ile sınırlı etkiler doğurmayacak, siyasi ve idari sonuçlar yaratacaktır. Bölgeselleşme politikası, Türkiye’nin kendi çıkarları bakımından kabul edilemeyecek bir yoldur. Bu yol, AB açısından “olmazsa olmaz” koşullardan biri olarak ilan edilmiş, “ev ödevi” listesine konmuştur.
İdari kriter olarak vergi idaresi reformu
2004 İlerleme Raporu, vergilendirme sistemi ile vergi idaresinin yeniden yapılandırılması konusunu ısrarla vurgulamaktadır. (s. 89, 139, 148.) AB, “idari kapasitenin vergi toplama alanında özellikle güçlendirilmesi”ni istemektedir.
Bu çerçevede, 1995’te Dünya Bankası projesi olarak başlayan ve Kamu Mali Yönetimi ve Kontrolü Kanunu’nun kabulü ile kurulan yeni maliye sistemini kutlamakta, ancak sistemin tam olarak işleyebilmesi için vergi idaresinin güçlendirilmesini istemektedir.
Vergi idaresini güçlendirme, son bir yıldan bu yana, nasıl bir yapı yaratılacağı belli hale gelmiş bir hedeftir.
Vergi idaresini güçlendirme hedefi, IMF tarafından izlenmektedir. IMF, vergi politikasını belirleme ve vergi toplama işinin Maliye Bakanlığı’ndan ayrılmasını; bu görevin bağımsız bir kurum tarafından yürütülmesini talep etmektedir. Yeni kurum için bir yasa taslağı hazırlanmıştır.
Bu taslağa göre, şu anda Maliye Bakanlığı’nın anahizmet birimi olan Gelirler Genel Müdürlüğü kaldırılacaktır. Şu anda bu genel müdürlük, kendine ait tüzelkişiliği olmayan bir devlet birimidir; bütçesi devlet bütçesinden karşılanır. Bunun yerine bir Gelir İdaresi Başkanlığı kurulacaktır. GİB, hem idari hem mali olarak özerk olacaktır; devlet bütçesinden kaynak almayacak, topladığı vergilerin bir bölümünü kendi harcamaları için ayıracaktır. GİB, taşrada il düzeyinde defterdarlıklar eliyle değil, bölge müdürlükleri eliyle çalışacaktır; vergi toplama yetkisi defterdarlıklardan alınıp bu müdürlüklere verilecektir.
Kısa bir deyişle, GİB, vergi toplama yetkisini devlet tüzelkişiliğinden almak ve borç geri ödemesini rahat kontrol edebilmesi için yabancı alacaklıların denetimine açmak üzere kurulmaktadır. Bu, bizim yakından tanıdığımız bir modeldir: GİB, hem görev hem yapı bakımından her yönüyle 1881’de kurulan Düyunu Umumiye İdaresi’nin 2004 tarihli yeni halidir.
AB, 1881 yılında İngiliz, Alman, Fransız ve İtalyan alacaklılar adına kurduğu bu “şark efsanesi”ni, şimdi IMF eliyle diriltme projesine destek vermektedir.
Değerlendirme
AB İlerleme Raporları ve diğer belgeler, Kopenhag Kriterleri olarak bilinen iktisadi, siyasi, idari kriterlere uyma koşuluyla hareket etmektedir. Bu koşullar, tüm yönetim sisteminde köklü değişiklikler yapılmasını talep etmektedir. Tüm sektörler ve tüm toplumsal yaşam, bu değişiklik taleplerinden doğrudan etkilenmektedir.
İdari kriter, aynı iktisadi kriterler gibi, IMF ve Dünya Bankası istekleriyle bire bir uyum göstermektedir. IMF ve Dünya Bankası programlarına destek vermeyenlerin, AB’ye üyelik konusunda olumlu davranmaları, açıklanması çok güç bir çelişki yaratmaktadır. Nitekim, Katılım Ortaklığı Belgesi gibi, 2004 İlerleme Raporu da, AB’ye üyeliğin IMF ve Dünya Bankası’yla yürütülen program ve projelere sadakatle bağlı kalmayı gerektirdiğini açıkça belirtmektedir. Bu saptamanın “gerçek dışı bir abartma” olduğu düşünülebilir; bu olasılığa karşı, yazıyı belgelerden aynen alıntı yaparak bitirmek yararlı olacaktır:
Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi, 14 Nisan 2003 Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen nihai metin, DPT Yayını, Ankara Nisan 2003:
“Kısa Vade
Ekonomik Kriterler
- IMF ve Dünya Bankasıyla mutabakata varılan, mevcut enflasyonla mücadele ve yapısal reform programının uygulanmasının sağlanması ve özellikle kamu harcamalarının kontrolünün temin edilmesi” (sayfa 11)
“Orta Vade
Ekonomik kriterler
- Özelleştirme sürecinin tamamlanması
- Mali sektör reformunun tamamlanması ve tarım sektörü reformuna devam edilmesi,
- Emeklilik ve sosyal güvenlik sistemlerinin sürdürülebilirliğinin sağlanması” (sayfa 18)
“Komisyon ve Türk makamları, katılım öncesi mali yardım programı ile eğitim, düzenleyici reformlar ve kamu ihaleleri gibi alanlarda özellikle Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşlar tarafından desteklenmekte olan reform programları arasında önemli ölçüde bir tamamlayıcılık bulunması için çaba sarfetmişlerdir.” (sayfa 24)
2004 İlerleme Raporu’nda (resmi adıyla Türkiye’nin Katılımı Yönünde İlerlemesi Hakkında 2004 Yılı Raporu’nda), bu çaba sarfedişin koşul niteliğinde olduğu belirtilmektedir:
“Komisyon ayrıca katılım öncesi mali yardım programı ile eğitim, düzenleyici reform ve kamu alımları gibi alanlarda sürdürülen ve Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası mali kuruluşlar tarafından desteklenen reform programları arasındaki tamamlayıcılığın sağlanmasını gözetmektedir.” (sayfa 7)
Son zamanların sosyal ve üniter devlet yapısını tehdit eden kamu reformları, yalnızca ABD, IMF, Dünya Bankası eliyle değil, bunlarla eşgüdümlü biçimde Avrupa Birliği’ne üyelik vaadi üzerinden AB eliyle yürütülmeye çalışılan işlerdendir.
[*] İktisadi kritere, işleyen bir piyasaya sahip olmak ölçütüne uygunluk sağlamak için, Türkiye’nin uygulaması gereken bir dizi politika belirlenmiştir. İlerleme Raporu, mali ve teknik araçlarla IMF ve Dünya Bankası tarafından desteklenen istikrar programını, Kopenhag iktisadi kriterinin uygulaması olarak benimsemiştir. Uygulamanın ağırlık noktaları şunlardır: (1) İstikrar programını sıkı bir şekilde sürdürmek ve yapısal reformlara kararlılıkla devam etmek, (2) Devlet işletmelerini özelleştirmek; (3) Devlete ait banka ve işletmeleri özelleştirmek; özel bankaların denetimi güçleştiren mülkiyet yapısına çözüm getirmek; yabancı bankaların payını artırmak; (3) Elektrik, gaz, tütün, şeker gibi piyasaların serbestleştirmelerini sürdürmek;(4) İş prosedürlerini rasyonalleştirerek ve hukukun üstünlüğünü güçlendirerekiş ortamını, yabancı yatırımları kolaylaştırmak; (5) Ticari yargının verimliliğini artırmak.