ÇOCUK BAHÇESİ
Hasan AKYAR
İlkokulda, özellikle birinci ve ikinci sınıflardaki körpe öğrencilerin en büyük korkusu aşı günleriydi. Hele ki karma aşı günleri… Karma felsefesinin amaçladığı dinginliğin tam tersi etkisi vardı karma aşı gerçeğinin. Her zulmün sonunda olduğu gibi, aşı sonrasının da sevinilecek bir ödülü vardı. Sıradan aşılar bir günlük dinlenme ile geçiştirilirken, karma aşının ardından iki üç gün tatil olurdu. Karma aşı sonrası çocuk parkları dolar taşardı…
Bahçelievler’deki Çocuk Bahçesinin tek bir girişi vardı. Mahalle bekçisine emanetti geceleri, gündüzleri bahçıvanlara. Çevresini saran baklava dilimlerinin art arda yinelendiği bir adam boyu yükseklikteki tel örgü, sık çalılar arasında görünmezdi. Ama parkın müdavimi açık hava oyuncaklarını seven semt çocukları, parkın gözlerden uzak kıyısındaki bir ‘küçük beden’ çapındaki altgeçidin yerini bilir, bu gide gele besililerin bile geçebileceği boyutlara geriletilmiş tel örgünün altından uzmanlaştıkları ‘alçak sürünme’ sayesinde üç hamlede kendilerini parkın içinde bulurlardı. Eşlikçileri büyükler, çekiştirip engel olmaya çalışsalar da her seferinde başarısız olurlar ve çalıyla dalaşmaktansa hızla bahçenin ‘resmi giriş kapısı’na yönelirlerdi. Ne zaman bildik isimler bahçe girişi yönünden yüksek sesle çağırılsa, adı anılan yaşdaşımızın bahçenin içinde bir yerlerde olduğu anlaşılırdı.
Çocuk bahçesi girişini sağlı sollu bireysel satıcılar daraltırdı. Bunlar, pazarladıkları ürün türüne göre kabaca iki kümeye ayrılırdı; dayanıksız oyuncak satıcıları ile gıda sektörü perakendecileri.
Oyuncakçı kümesinde baloncular sıradandı, balonları da boynu bükük, yere doğru sarkardı. O zamanlar uçan balonlar sadece Gençlik Parkı içindeki Luna Park’ın duhuliye alanında bulunurdu. İpinin ucundan sıkı kavramazsan, mahcup ve hüzünlü bakış eşliğinde gökyüzüne doğru uçar giderlerdi. Uçan balona parayı verenin düdüğü çalmadığı, ancak bu hakkını ipin ucunu balon çocuğunun bileğine sıkıca bağlayarak kullandığı tecrübeye dayalı bir davranış izlenirdi. Sıradan olmayan oyuncakçıların gövde hizasında sergiledikleri tezgâhında ise, cicili bicili, göz alıcı renklerde, çoğu tahtadan ya da tenekeden, kimi kucak, kimi yerle temaslı, itmeli-çekmeli ya da kurmalı tekerlekli türlü çeşitli basit ama cazip oyuncaklar bulunurdu. Çocukların ellerinden sıkıca tutan büyükler, bu tezgâhların olabildiğince uzağından dolaşarak bir an önce parka girmeye çaba gösterirdi.
Gıda sektörünün kılcal damarları ucunda genellikle koz helvacı, kâğıt helvacı, pamuk helvacı, şerbetçi, limonatacı, macuncu, halkacı, simitçi, toz leblebici, şambabacı, tulumba tatlıcısı; mevsimine göre de taze nohutçu, aluççu, çağlacı, taze mısırcı, kestaneci, dondurmacı bulunurdu. O’cu, Bu’cular dar alanda birlikte durağan hallerinde mallarını satmak için bağırıp çağırmazlardı. Ancak yek başlarına Bahçelievler sokaklarında dolaşırken gözden ırak alıcılara varlıklarını duyurabilmek için, sundukları ürünün adını kendilerine has bir güfte ile nakaratlaştırırlardı. Henüz Eti bisküvilerinin ilk cıngılı olan “Bir bilmecem var çocuklar, Haydi sor sor; Çayda kahvaltıda yenir, Acaba nedir nedir? Bisküvi denince akla, Tamam şimdi bulduk; Her an onun adı gelir; Eti, Eti, Eti…” güftesi bile bestelenmemişken aluççunun, taze nohutçunun ve macuncunun hüseyni makamında kışkırtıcı ve cezbedici safyürek tınıları yankılanırdı sokak aralarında…
Aluçlar kurtlu, saplarına içlerinde taze nohutlar barındıran kürecikler tutunan yeşil dallar tozlu, macunun sıvandığı ince tahta parçacıkları kıymıklı olurdu. Şimdiki gibi o zamanlar meyvenin kurtlusu makbul değildi…
Tek haneli yaşlarımda, T.C. Milli Piyango İdaresinin sadece her ayın sonu dokuzla biten günleri ile resmi bayramlara denk gelen özel çekilişleri dışında bir etkinliği bulunmazdı. Altı kazımada üç benzer sayıyı yakalayana ederini anında ve eşzamanlı peşin ödeyen “Kazı Kazan” henüz Milli Piyango’nun portföyünde yok iken, çocuk bahçeleri çevresinde ilkel kazıkazancılar ilgi odağıydı. Kazıkazancının çevresi hep kalabalık olurdu. KaderKısmet:Beş Kuruş…
Bir karışa bir karış boyutlarında, iki gri kartonun üst üste yapıştırıldığı, arasında çikolata kâğıdının serili olduğu üstteki kartonun üzerinde birer düğme çapında yatayda on, düşeyde on olmak üzere yüz tane dairesel oyuktan görülen, basit el işçiliği ürünü tabla, ‘kaderkısmetçi’nin sabit sermayesiydi. Çikolata folyosuyla örtülü bu yüz oyuktan onda birinin altında sıfırdan dokuza kadar tek haneli rakamlar yer alırdı. Kazıkazancının halka açık sergilediği bir kâğıdın üzerinde de küçükten büyüğe doğru sıraladığı sayıların hizalarında hediye adları iri harflerle yazılıydı. Sıfırın sabit bir yeri yoktu, ya en üstte, ya da en altta bulunurdu. Misketten balona, sabit kalemden silgiye, sakızdan horoz şekerine, taraktan parmak çikolataya kadar. Bir keresinde, Bahçelievler Pazarından aldığımız yirmi kuruşluk ıspanağa ödediğimiz yirmi beş kuruşun üstüne pazarcının verdiği ve benim de cebime attığım ortası delik iki adet iki buçukluğu kazıkazancıya uzatıp deliklerden delik beğenmiştim. İşaret ettiğim deliği verdiğim iki buçukluklardan birisiyle kazıyınca altında 7 sayısı belirdi. Listesine bile bakmadan, yedinin karşısına denk gelen ödül olan düdüğü torbasının derinliklerinde el yordamıyla buldu ve bana uzattı. O gün, sanırım sadece ıslak bir “La” sesi veren düdüğümü öttürdüm eve varana dek…
Kazı-Kazan denince şimdilerde, bana bir modeli çağrıştırıyor; “Kazan-Kazan” (orijinali Batı’dan; Win-Win)… Gözümüze sokulan, belleğimize şırınga edilen “Kazan-Kazan”, aslında dördüzü içinde yeğleneni. Her ne kadar kaybet-kaybet, kaybet-kazan, kazan-kaybetin de yer aldığı dörtlü seçenek içerisinde bu altın çeyreği yakalamanın son yıllarda çeşitli yol ve yöntemlerine ilişkin türlü tüyolar verilse, paneller düzenlense, erdemlerinden söz edilse ve hasımlar sağduyuya çağrılsa da, tarafların kazançlarını maksimize etme amaç, çaba, sevda ve hırslarından karşılıklı olarak taviz vermedikleri sürece, bu ‘teori’ hiçbir zaman hayata geçirilemiyor, içe sindirilemiyor, olabildiğince azami doyuma ulaşılamıyor.
Her çocuk bahçesinde üç vazgeçilmez demirbaş oyuncak vardı; Kaydırak, salıncak ve tahterevalli… Akşam eve vardığımda annem sorardı; neler yaptın diye. Kaydırağı, salıncağı bir solukta söyler, ama bir türlü tahterevalliyi heceleyemezdim. Kaydıraktan tek başına kayar, salıncakta tek başına sallanırdın ama tahterevalliye tek başına hakkını veremezdin. İlla ki karşında ağırlığına yaklaşık denk biri gerekirdi.
Çocuk bahçelerindeki tahterevallilerin insansız hali dengede durmazdı. Ya boydan boya kalasının bir ucundan ötekine aynı yoğunlukta olmazdı dokusu, ya da dayanağı tam orta yerinden perdahlanmış kalasa bağlanmazdı.
Ta o çağlarımda, tahterevallinin iki ucuna oturanların her ikisinin de birlikte yukarıda olamayacağını gördüm. Her ikisinin de aynı anda ayaklarının yere değmeyeceğini de.
Varsıllığı, ağır gelen yoksulluğun yukarılara taşıdığı bir dünya…
“Kıyamette” dengeye geleceği inancıyla avunan ayağı yere basanların ezici çoğunlukta bulunduğu bağnaz bir dünya…