BAHÇELİEVLER PAZARI
Hasan AKYAR
Hafta arasında belirli bir günde kurulan Bahçelievler Pazarı’na gidip evin yedi günlük sebze ve meyve gereksinmelerini almak, aksatmadan yerine getirilen bir görevdi. İlkokula başlamadan önce ben de bu vazgeçilmez alış veriş sürecinin bir parçası olurdum. Evden pazara varmak on dakikayı geçmezdi yayan. Her ne kadar gidişte azçok kot kazansak da, dönüşte kazandığımız bu potansiyel enerjiden beden kütlemize eklemlenmiş elimizle sıkıca tuttuğumuz zembil yükümüz de yararlanırdı…
Pazar alanının bir köşesinde Belediye Zabıta Noktası bulunurdu. Şimdikilerdeki gibi sert plastikten prefabrike kondu değil. Tabanı beton, duvar ve çatı kaplaması İncesu deresi kıyılarında üretilen tuğla ve kiremittendi. Hatta çatı çevresi drenajı bile hesaplanmış kesitteki tenekeden oluklarla çevriliydi. Pazara cepheden bakan tarafının ön yüzünün yarısını kaplayan bir kapısı, diğer yarısını da boydan boya örten düz camdan penceresi vardı.
Ben merak eder, pencereden içeriye bakardım. Bir masa, birkaç sandalye ortalıkta, öteki köşesinde yüksek bir sehpa üstünde tek hücreli pompalı gaz ocağı, bakır alaşımlarından. Ocağın üstünde bez parçalarıyla gelişigüzel sarılı kavisli kulpu yana devrilmiş metalden çaydanlık ve tepesinde, güveçlik kilden yapılmış Ayaş mamulü demlik. Demliğin akarının deliğine tıkıştırılmış kısa rulo halindeki kesekâğıdı, izin vermiyor salmasına taze çay otunun kokusunu. Altından, kuğu boynu gibi çaydanlığa lehimlenmiş burusundan beyaz dumanlar tütüyor…
Sehpada gaz ocağının işgal ettiği alandan arta kalan yerde bir tepsi, tepside küçük kırmızı beyaz ardışık lekeli melaminden tabaklar içinde çay bardakları. Her birinde çay kaşığı, talimli. Tepsinin çevresinde hafif bir tümsek oluşturan yan çeperine dengesizce taşmış, dışı aşınmış kap içinde şeker kesekleri…
Zabıta memurları ayakta, üzerlerinde koyu mavi görev giysileri. Bir de, koyu toprak renginde, bedenine gevşek gelen iri sarı metal düğmeli, kabarık vatkası omuzlarından taşan kruvaze ceketi içinde mahalle bekçisi. Çayın demini almasını bekliyor. Kopçası son deliğine geçirilmiş göbeğini yukarıdan kavrayan tokalı kemeri, sonsuz kırışıklıklar ekliyor kaba kumaştan dikilmiş çuvalvari pantolonuna… Diz kemiği hizasındaki çıkıntılar kümbet misali yatayda dışa vurmuş, sanki yarımşardan iki topatan kavununu sarmalamış. Belli ki namazda defalarca secdeye durmuş…
Mahalle bekçileri! Kış günlerinde, uzun geceleri tiz düdük sesleriyle dilimleyen gece bekçileri… Tek haneli yaşlarımda, mahalleliye güvende olduklarını saat başı anımsatan bekçi düdükleri. Onikiler sonuncusunun başlarında kadroları iptal edilen devlet memurları. Önce ilin jandarma komutanlığına bağlanan, ardından polis teşkilatı içinde yedirilen mahalle bekçileri…
O zamanlar semt pazarları açık pazardı. Pazar alanları gökyüzüne bakardı. Şimdilerde kimilerinin kapladığı alanlar dönüştürüldü, kimilerinin üzerleri çelik kafeslerle örtüldü, kimilerinin yerlerine çok katlı otoparklar dikildi. Bahçelievler Pazar yerinde de katlarında park edecek araç bekleyen dört katlısı yapıldı, alt katı da oto kuaförlerine, marketlere, zücaciyecilere, hırdavatçılara satıldı.
Pazarın kuzeye bakan giriş kulvarının çevresinde kavruk ve çelimsiz, sırtlarında kalınca sazdan örme boş küfeleriyle hamallar karşılardı semt sakinlerini;“Abla, Hamal Lazım mı?” Pazarlık yapmazlardı, pazar girişinde. Tek amacı bir an önce alacağını alıp evinin yolunu tutmak olan bireysel müşterilerin peşlerine takılırlardı. Pazara gelenler, küfe kapasitesini bildikleri için, yedekte daima bükülmüş ipliklerden örme fileler, boş torbalar da getirirlerdi yanlarında. Başta iki eli boşta olan hamallar, pazar dönüşü elleri serbest devinemez, tıka basa doldurulan bu file ve torbaları da taşırlardı. Eve varınca devrilen küfe içinden seçilen mevsimine göre boy gösteren bir iki meyveye de hayır demezlerdi. Pazar hamalları, Hergelen Meydanı’nın hamallarına benzemezdi…
Her Pazar dönüşü, Birinci Cadde üzerindeki kırk beş numaralı evin dört bina ötesinde kaldırımı mallarına sergi alanı yapmış mahallenin bakkalına illa ki uğranır, ‘Mabel’in avuca sığan dikdörtgenler prizması formundaki kırmızı kutuda pazarladığı çikolatadan mutlaka alınırdı. Ederi denkleştirilmeden evden çıkılmazdı. Bu ödül, Pazar zahmetini paylaşmanın bir tür geri dönüşüydü. Eve varır varmaz, penceresini güllerin okşadığı odadaki sedire uzanır, bir an önce çikolataları tüketmek hevesine karşın, sabırla kutusunu dar köşesinden açar, açtığım kenarı başaşağı getirerek içindeki on adet üstü kırmızı içi gümüşi parlak küçük paketçikleri yatağın üzerine boca eder ve her birinin kaplama kâğıdını titizlikle açtıktan sonra büyük bir keyifle tümünü tek başıma bir lokmada yer yutardım. Ve hamala taşıma ücretinin eline sayıldığı ana bile yetişir, helalleşme aşamasına da tanıklık ederdim.
İnsan doğasında, ilkel egosunda, paylaşmanın olmadığını kanıtlayan ilk örnek her halde ben değildim. Paylaşmanın erdemi, öğretilebilir ve yaşatılabilir bir davranış. Genetik devri sanırım söz konusu değil.
Ben, o çağlarda, kardeşimle çikolatalarımı paylaşmazdım…